1960-1980 Dönemi Türkiye’de Darbelerin Kısa Tarihi
1960-1980 arası Türkiye’de iktisadi, siyasi ve toplumsal açıdan derin dönüşümlerin yaşandığı dönemdi. Bu dönemde Türkiye siyasal hayatına damgasını vuran en önemli olgulardan birisi de ordunun etkin siyasal bir güç olarak varlığı, gerçekleşen ve gerçekleşemeyen darbeler idi.
27 Mayıs 1960 Darbesi
27 Mayıs 1960 tarihinde Cumhuriyet tarihinin ilk askeri darbesi gerçekleştirildi. Demokrat Parti (DP) iktidarına son veren bu darbe alt ve orta rütbeli subaylar tarafından gerçekleştirildi ve hiyerarşi dışı örgütlendi. Darbeyi gerçekleştirenler 38 kişilik Milli Birlik Komitesi’ni (MBK) oluşturdular. Darbenin ve MBK’nın başına Orgeneral Cemal Gürsel getirildi, Gürsel askeri rejim altında devlet başkanı ve başbakan, askeri rejim sonrası da cumhurbaşkanı olarak görev yaptı. MBK, 13 Kasım 1960’ta 14 “radikal” üyenin tasfiyesinden sonra 24, ardından bir üyenin de ölümüyle 23 kişi kaldı. 13 Aralık 1960’ta 157 sayılı yasa ile oluşturulan Temsilciler Meclisi (TM), MBK ile birlikte kurucu meclisin bileşenleri olarak ilan edildi. DP’nin tamamen dışlandığı TM, siyasi parti, meslek kuruluşları ve illerin temsilcilerinden oluşturuldu. TM içinde kurulan Anayasa Komisyonu’nun taslağını hazırlayıp TM ve MBK’nın onayına sunduğu anayasanın nihai hali 9 Temmuz 1961 tarihli referandumda %61.7 oyla kabul edildi. 15 Ekim 1961’de yapılan seçimler sonrasında 25 Ekim 1961’de meclisin açılmasıyla askeri rejim dönemi bitti.
27 Mayıs askeri rejimi, darbenin yapılma gerekçelerini “partizan bir idare ve tek parti diktatoryası kurulması”, “hukuk devletinin ortadan kalkması”, “demokrasinin buhrana düşmesi”, “fikir hayatı ve basın üzerinde baskılar”, “plansız ve enflasyonist ekonomik politikalar” olarak sıraladı. Anayasa ve TBMM’yi feshedip siyasi faaliyetleri askıya alan ve sıkıyönetim ilan eden 27 Mayıs askeri rejiminin başlıca icraatı, yürütmeyi yasama ve yargı ile denetleyen; planlama ve sosyal devlet ilkelerini içeren; temel, siyasal ve sosyal hak ve özgürlüklere alan açan 1961 Anayasası’nın hazırlanıp yürürlüğe girmesi oldu. Bunun yanı sıra Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) kurulması; Milli Güvenlik Kurulu’nun Anayasa ile kurulması; Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun (OYAK) kurulması da askeri rejimin en önemli icraatları arasındaydı. Darbe sonrasında, DP 29 Eylül 1960’ta kapatıldı. Tutuklu DP’liler Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı’nda yargılandı, verilen cezalar arasında yer alan 15 idam cezasının 3’ü gerçekleştirildi: DP hükümetinin Başbakanı ve parti lideri Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu idam edildi. 27 Mayıs darbesi ve askeri rejimi, ithal ikameci sanayileşmeye (İİS) ve planlamaya dayalı bir sermaye birikim modelini kurumsallaştırdı. Sınıf ilişkilerini sosyal/milli güvenlik devleti çerçevesinde yönetmeyi hedefleyen modernleşmeci-kalkınmacı iyimserliğin damga vurduğu bir darbeydi. Buna göre, planlı sanayileşmeye dayalı ekonomik gelişme sosyal adalet ilkesiyle birleşerek sınıf çatışmalarını engelleyecek, böylece haklar ve özgürlüklerin tanındığı bir siyasal rejim de kabul edilebilir olacaktı.
27 Mayıs askeri rejiminin öngördüğü formülasyon 1960’larda aynı haliyle tam da kabul görmedi. Bir yandan, Türkiye burjuvazisi, başta Adalet Partisi (AP) olmak üzere sağ siyasal partiler ve ordu içinde güçlü bir eğilim sosyal devlet, planlama ve haklar ve özgürlükleri sürekli sorguladı. Diğer yandan işçi sınıfı, öğrenci ve devrimci sol hareketler eşitlik ve özgürlük taleplerini daha da radikalleştirdi. 1961-1965 arası dört zayıf koalisyon hükümeti ile geçti. Bu durum darbeci eğilimlerin ve bu eğilimleri bertaraf etme hamlelerinin yoğun olduğu bir dönemi beraberinde getirdi. Seçimlerin hemen ardından darbeci bir ekibin imzaladığı 21 Ekim (1961) Protokolü ancak İsmet İnönü’nün başbakanlığının ve Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanlığının parti liderlerince kabul edildiği Çankaya Protokolü (24 Ekim 1961) ile aşılabildi. Zayıf koalisyon hükümetlerinin ordu içindeki radikallerin beklentilerini tam olarak karşılamaktan uzak kalması sürekli yeni darbe girişimlerini gündemde tutuyordu. Albay Talat Aydemir liderliğinde önce 22-23 Şubat 1962’de, ardından da 20 Mayıs 1963’te gerçekleşen darbe girişimleri başbakan İnönü’nün, diğer parti liderlerinin ve yüksek komuta heyetinin karşı koymaları ve darbecilerin iç anlaşmazlıkları dolayısıyla başarısız oldu. İkinci girişimden sonra Aydemir dahil yedi idam cezası infaz edildi ve tüm harp okulu öğrencileri, darbeci tüm subay ve askerler tutuklandı.
12 Mart 1971 Askeri Muhtırası
12 Mart 1971 tarihinde genelkurmay başkanı ve üç kuvvet komutanı bir muhtıra metni ile askeri bir müdahale gerçekleştirdiler. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur imzasıyla Cumhurbaşkanı Sunay’a ve Meclis ve Senato başkanlarına verilen muhtıra metni, “Parlamento ve hükümet”in ülkeyi “anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar” içine soktuğunu, “anayasanın öngördüğü reformları” hayata geçirmediğini” belirtiyordu. Yine muhtıra, Meclislerin partiler üstü bir anlayışla hareket ederek “mevcut anarşik durumu giderecek ve anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümeti” oluşturmalarını, aksi takdirde TSK’nın “idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlı” olduğunu dile getiriyordu. Parlamento ve siyasi partiler kapatılmadı, Anayasa askıya alınmadı ama iktidardaki Süleyman Demirel başbakanlığındaki AP hükümeti istifa etmek durumunda kaldı. 14 Ekim 1973 seçimlerine kadar geçen süre zarfında, 1969 seçim sonuçlarına göre oluşan Meclis açıktı (ve AP çoğunluğa sahipti) ancak ordunun gözetimi altındaydı. Bu dönem adeta bir ordu güdümünde ara rejimdi. Bu dönem zarfında dört teknokrat hükümet kuruldu (I. ve II. Nihat Erim hükümetleri, Ferit Melen hükümeti ve Naim Talu hükümeti).
12 Mart askeri müdahalesine yol açan temel kriz dinamiği 1960’ların özellikle ikinci yarısından itibaren radikal sol toplumsal ve siyasal hareketlerin ivme kazanmasıydı. İşçiler, öğretmenler, aydınlar, üniversite gençliği, meslek sahibi orta sınıflar bu dönemde daha çok siyasallaştı. İİS’nin ilk kriziyle beraber hem sermaye sınıfının farklı kesimleri arasındaki bölünmeler hem de AP içindeki bölünme (Aralık 1970’te Demokratik Parti’nin kurulması) ve Şubat 1960’ta Alparslan Türkeş liderliğinde Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP), Ocak 1970’te Necmettin Erbakan liderliğinde Milli Nizam Partisi’nin (MNP) kurulması iktidar bloğu içindeki bir krize de işaret ediyordu. 1960’ların sonuna gelindiğinde Türkiye toplumundaki sol siyasallaşma; burjuvazisi, siyasi elitleri ve askeri elitleri ile tüm muktedirlerin ana gündemiydi. AP ve Demirel, 1961 Anayasası’nın ülkeyi yönetilemez kıldığını ileri sürüyordu ve krizi otoriterleşme ile aşma arayışları ordu içinde de çoktan derinleşen darbeci dinamiklerin önünü kesmek bir yana bilakis daha da tetikledi. 12 Mart sürecine giderken ordu içinde her biri müdahaleyi öngören üç farklı akım vardı. Birincisi, “zinde güçler”in gerçekleştireceği bir darbe ile kapitalizm dışı devletçi-milliyetçi-devrimci bir yolu savunanlardı. Son ana kadar Muhsin Batur ve Faruk Gürler’in de irtibat içinde olduğu görülen ve 9 Mart’ta yapılması planlanan böylesi bir darbe, Batur ve Gürler’in son anda geri çekilmeleriyle boşa çıktı. İkincisi, Muhsin Batur’un temsil ettiği 27 Mayısçı modernist-kalkınmacı iyimserliği devam ettiren ve 27 Mayıs reformlarının hayata geçirilmesini talep eden akımdı. Buna göre, asayiş ve düzen temel dertti fakat bu ekonomik ve sosyal reformlarla sağlanabilirdi. Üçüncüsü, Tağmaç’ın reformları değil yasa, asayiş, düzen söylemi üzerinden otoriterleşmeyi savunan çizgisiydi. Ordu içindeki bu bölünmüşlük açık bir darbenin yapılamamasının ve tam bir askeri rejim kurulamamasının da sebebiydi. Sonuçta muhtıra metni Batur ve Tağmaç çizgilerini içerse de 12 Mart askeri rejiminin uygulamaları otoriterleşme yönünde olacaktı.
12 Mart rejiminde, ordu içindeki hiyerarşi dışı eğilimlere gözdağı vermek üzere 15 Mart’ta üç general ve sekiz albay ordudan atıldı. 7 Temmuz 1971’de, sonradan sıkıyönetim mahkemesinde (eski 27 Mayısçı ve MBK üyesi emekli Orgeneral) Cemal Madanoğlu adıyla görülecek davaya yönelik tutuklamalar gerçekleştirildi. 9 Ocak 1973’te açılıp Eylül 1974’ta tamamlanan dava sonucunda sanıklar beraat etti. Ordu içi bu temizlikten sonra, dışarıdaki sol harekete yönelik operasyon başladı. 17 Nisan’da 11 ilde sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetim altında grevler yasaklandı, basın özgürlüğü kısıtlandı, günlük gazetelere süreli kapatma cezaları verildi. Sonrasında gelen tutuklama ve işkencelerin hedefinde sosyalistler, devrimci gençlik örgütleri ve aydınlar vardı. Yapılan askeri operasyonlarla çok sayıda devrimci öğrenci lideri öldürüldü. Sıkıyönetim mahkemesi kararını AP hâkimiyetindeki meclisin onaylaması sonucunda üç devrimci öğrenci lideri, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, idam edildi. 12 Mart döneminde Türkiye İşçi Partisi (TİP) “Kürtçülükten”, Milli Nizam Partisi (MNP) ise laikliğe aykırı fiillerinden dolayı kapatıldı.
İİS politikalarının ilk yapısal krizi 1971-1973 arasında işçi ücretlerinin düşürülmesi, sıkıyönetim altında işçi hareketlerinin bastırılması ve Avrupa’daki gurbetçi Türklerden gelen döviz ile kısa süreliğine aşıldı.
12 Mart ara rejiminin en büyük icraatı ise Eylül 1971 ve Mart 1973’te gerçekleştirilen anayasa değişiklikleriyle 1960 sonrasında açılmış olan siyasal alanın daha otoriter bir devlet yapılanmasıyla kapatılması oldu. Bu dönemdeki anayasa değişiklikleriyle, temel hak ve özgürlükler, basın ve ifade özgürlüğü, dernek kurma hakkı, özel hayatın gizliliği sınırlandı; kişi güvenliği sınırlandı ve hakim önüne çıkarılma süresi uzatıldı, doğal yargıç ilkesi bozuldu, Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruldu, yargının yürütme üzerindeki denetimi sınırlandı, yargı bağımsızlığı törpülendi, Anayasa Mahkemesi’nin anayasa yargısı yetkisi şekil şartlarıyla sınırlandı; sendikaların ve siyasi partilerin faaliyet alanları daraltıldı, kamu çalışanlarının sendika hakkı engellendi; üniversitelerin ve Radyo ve Televizyon’un özerkliği kaldırıldı ve daha sıkı devlet denetimine tabi kılındı. Bu sınırlamalarda “devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü”, “milli güvenlik”, “kamu düzeni”, “genel ahlak” gibi muğlak kavramlar devreye sokuldu.
12 Mart ara rejiminde yapılan anayasal değişikliklerle ordunun siyasal gücü artırıldı ve hiyerarşi dışı eğilimleri engellemek üzere merkezileşme ve denetim mekanizmaları sağlandı. MGK’da kuvvet temsilcileri yerine kuvvet komutanlarının yer alması düzenlendi. MGK bakanlar kuruluna “yardımcılık etmek üzere …bildirir” ifadesi yerine daha güçlü “tavsiye eder” ibaresi geldi. Sıkıyönetim ilan gerekçeleri genişletildi. Askeri yargının alanı sivil yargı aleyhine genişletildi. Sivillerin askeri olmayan suçlardan askeri mahkemelerde yargılanması mümkün kılındı. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin (AYİM) kurulmasıyla da asker kişilerin kamu idaresiyle tüm ilişkileri doğal yargı sürecinin dışına çıkarıldı ve tasfiye, emeklilik, terfi ve atamalarda orduya ciddi bir özerklik sağlandı. Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kanunuyla komutan atama ve terfilerinde belirleyici güç askerlerin oldu. TSK’nın elindeki malların Sayıştay tarafından denetlenmesi engellendi. İdeolojik alanda, Kemalizmin subaylar tarafından farklı ideolojilerle harmanlanarak farklı yorumlarının geliştirilmesi karşısında, iç hiyerarşi ve bütünlüğü korumak üzere kitaplar, eğitimler yoluyla Atatürkçülük resmî olarak tanımlanmaya başlandı.
12 Mart 1971’de gerçekleştirilen müdahale ve kurulan ara rejim İİS’nin sınıf dinamiklerini bürokratik-otoriter bir devlet formu altında zoru ön plana çıkararak yönetme girişimiydi.
12 Eylül 1980 Darbesi
12 Eylül 1980 sabahı emir ve komuta zinciri içinde Bayrak Harekâtı adı verilen operasyonla Türkiye tarihinin üçüncü darbesi gerçekleşti. Darbeciler kendilerine Milli Güvenlik Konseyi adını verdiler. Konsey’de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun yer alıyordu. Konsey Genel Sekreterliğine de Orgeneral Haydar Saltık atandı. 12 Eylül darbesinin bildirisinde şu vurgular yapılmaktaydı: “Türkiye Cumhuriyeti devleti … dış ve iç düşmanların tahrikiyle … haince saldırılar içindedir”, “Devlet başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş”, “siyasi partiler kısır çekişmeler içinde”, “vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüş”, “irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek … devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür.” “Girişilen harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.” Metin açıkça tehdit olarak görülen toplumsal ve siyasal hareketlere karşı devleti korumak mantığı üzerine inşa edilmişti. Bildiri metni aynı zamanda parlamento ve hükümetin feshedildiğini, meclis dokunulmazlıklarının kalktığını, tüm yurtta sıkıyönetim ilan edildiğini, yurt dışına çıkışların yasaklandığını söylüyordu.
MGK’nın görevlendirmesiyle eski deniz kuvvetler komutanı emekli oramiral Bülend Ulusu tarafından darbeden dokuz gün sonra hükümet kuruldu. Siyasi parti faaliyetleri önce hemen durduruldu ardından 16 Ekim 1981’de tüm partiler kapatıldı. Darbe gerçekleşir gerçekleşmez DİSK, MİSK ve bunlara bağlı sendikaların faaliyetleri durduruldu. DİSK, MİSK ve Hak-İş ile bunlara bağlı sendikaların hesapları bloke edildi. Tüm grev ve lokavtlar ikinci bir karara kadar ertelendi. Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay hariç bütün derneklerin faaliyetleri durduruldu.
Milli Güvenlik Konseyi tüm yasama ve anayasa yapma yetkisini kendine aldı. 29 Haziran 1981 tarihli Kurucu Meclis Hakkında Kanun ile MGK ve Danışma Meclisi’nden oluşan Kurucu Meclis anayasa ve gerekli yasaları yapmakla görevlendirildi. 160 üyeli Danışma Meclisi’nin üyeleri ya doğrudan (40 üye) ya da dolaylı olarak (her ilin valisinin önereceği adaylar arasından) MGK tarafından seçildi. Danışma Meclisi ilk toplantısını 23 Ekim 1981 günü yaptı.
12 Eylül Darbesi, 1970’lerin ortasından itibaren gitgide derinleşen sermaye birikim, hegemonya ve devlet krizlerinin hem sonucu hem de bu krizlere iktidar bloğunun cevabıydı. Hâkim sınıfların ve ordunun dilinde kriz “anayasal düzenin, yaşam ve mülkiyet güvenliğinin tehdit altında olduğu” şeklinde ifade edildi. 12 Eylül askeri darbesi ve rejiminin temel hedefi işçi sınıfının toplumsal, sendikal ve siyasal örgütlenmeleri idi. Bu doğrultuda, devletin kısa vadede stratejisi şiddet ve baskı politikaları; uzun vadede stratejisi ise bu kesimlerin siyasal gücünü imkânsız kılacak şekilde devletin kurumsal mimarisinin yeniden yapılandırılmasıydı.
12 Eylül rejimi, kendisinden önceki dönemi halkın can ve mal güvenliğinin olmadığı bir anarşi ve terör dönemi olarak tanımlıyor ve bunun müsebbiplerini de en ağır şekilde cezalandırarak bir korku iklimi yaratmayı hedefliyordu. Gözaltında ve askeri cezaevlerinde işkence öncelikle sol hareketin kadrolarını, Kürtleri ve kısmen de ülkücü militanları hedef aldı. 12 Eylül askeri rejimi döneminde 650 bin kişi gözaltına alınıp, 210 bin dava açıldı, 230 bin kişi yargılandı, 7 bin idam cezası istendi, 517 idam cezası verildi (Askerî Yargıtay bunların 124’ünü, MGK da 50’sini onayladı, geri kalan 74 kişinin cezaları müebbet hapse çevrildi), 50 kişinin idam cezası infaz edildi. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. İşkence ve idamlar dâhil bu şiddet pratikleri aynı zamanda tüm topluma yönelik bir disiplin ve itaat mesajıydı.
Tüm askeri rejim döneminde toplam 669 yasa çıkarıldı. 12 Eylül rejimi siyasal partiler, seçim, sendikalar ve toplu sözleşme, grev ve lokavt, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Hakim ve Savcılar, DGM’ler, olağanüstü hal vb. tüm temel alanlarda yeni yasalar çıkardı veya mevcut yasaları ciddi değişikliklere uğrattı. Danışma Meclisi bünyesinde bir Anayasa Komisyonu kuruldu ve başkanlığını Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı’nın yaptığı Komisyon, son halini MGK’nın verdiği 1982 Anayasası’nı hazırladı. Bu anayasa 7 Kasım 1982 tarihindeki referandumda %91.37 evet oyuyla kabul edildi. 1982 Anayasası devleti kutsallaştırdı, toplum ve birey karşısında devlete mutlak bir öncelik atfetti. Tüm temel, siyasal, sosyal ve sendikal hak ve özgürlükler “devletin bekası, milli güvenlik, kamu düzeni ve genel ahlak” gibi keyfi yorumlara açık gerekçelerle hiç olmadığı kadar kısıtlandı. Güçlü devlet – güçlü yürütme yaratmak adına yasama ve yargı karşısında yürütme hakim kılındı. Yürütmenin içinde de karar alma mekanizmaları başbakan veya doğrudan başbakanlığa bağlı kurumlar, arttırılan yetkileriyle Cumhurbaşkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu gibi kurumlarda toplanarak daha da merkezileştirildi. Yasama karşısında yürütmeyi güçlendirmek için yasalar yerine kanun hükmünde kararnamelerle yönetim öne çıkarıldı. Yargı bağımsızlığı bozuldu; yargı denetimi etkisizleştirildi. Siyasal partilerle ilgili hükümlerle siyasal partilerin toplum ile bağ kurması engellendi. Partiler devlet denetimine sokularak faaliyet alanları sınırlandırıldı ve kapatılmaları kolaylaştırıldı. Yüzde 10 ülke barajı uygulamasını barındıran yeni seçim kanunu ile temsilde adalet ilkesi yürütmenin istikrarı adına terk edildi. Üniversite özerkliği ortadan kaldırıldı ve üniversiteler tamamen Yükseköğretim Kurumu’nun (YÖK) denetim ve gözetimine sokuldu ve devlet organları haline getirildi.
12 Eylül askeri rejiminin inşa ettiği otoriter devletin merkezinde ordu yer alıyordu. Askeri bürokrasi yürütmenin hükümet ve cumhurbaşkanıyla beraber üçüncü başı olarak tarif edildi. MGK her açıdan güçlendirildi ve etkili kılındı, üye yapısında askerlerin gücü tahkim edildi. 1982 Anayasasında üyeler tek tek sayıldı, Jandarma Genel Komutanı eklendi ve asker ve sivil sayıları eşitlendi. Daha önceden MGK hükümete tavsiye eder şeklindeki ibare yerine bildirir ifadesi ve MGK kararları “Bakanlar Kurulu tarafından öncelikle dikkate alınır” ibareleri Anayasa’ya eklendi. Anayasa’daki bu düzenlemeler 1983 yılında çıkarılan Milli Güvenlik Kurulu Kanunu ile perçinlendi. Milli güvenlik kavramının içeriği her türlü sosyal, iktisadi, siyasi vb. meseleyi içerecek şekilde aşırı genişletildi ve muğlaklaştırıldı. Sıkıyönetim komutanları artık başbakana değil genelkurmay başkanına karşı sorumlu kılındı. Sıkıyönetim kararları ve işlemleri yargı denetimi dışına alındı. Sıkıyönetim ilanı kolaylaştırıldı. Sivil rejime geçildikten sonra ise 1985 yılında Sayıştay Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle askeri alımlar denetlenemeyecek istisnalar arasında sayıldı. Aynı yıl, daha sonraki dönemde askeri alımlarda önemli bir bütçe dışı kaynak olarak kullanılacak olan Savunma Sanayi Destekleme Fonu kuruldu ve büyük oranda denetimden muaf kılındı.
12 Eylül darbesi ve askeri rejiminin en büyük icraatlarından biri neoliberal politikalara dayalı yeni bir sermaye birikim rejimine geçişi gerçekleştirmesiydi. 24 Ocak 1980’de ilan edilen ekonomi kararları neoliberal ekonomiyi tesis etmeyi hedefliyordu. Ancak dönemin güçlü işçi sınıfı muhalefeti ve güçsüz hükümet koşulları altında bu kararlar istenildiği gibi uygulanamadı. Darbeyle birlikte askeri rejim, hem 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal’ı ekonominin başına getirdi hem de bu politikaları hayata geçirdi. Bunun önkoşulu ise sendikalar başta olmak üzere işçi sınıfının örgütlü gücünün tarumar edilmesiydi. Darbenin hedefinde bağımsız sınıf siyaseti yürüten emek örgütleri, özellikle de DİSK yer aldı. DİSK yönetici ve temsilcileri gözaltına alındı, işkence gördü ve çok sayıda kişi uzun yıllar hapiste kaldı. Kapatılması ve 52 yöneticisi için idam cezası istenilen DİSK davasında 261 sendikacı ve 3 uzman 5 yıl 6 ay ile 15 yıl 8 ay arasında hapis cezasına çarptırıldı. DİSK’in ve üye sendikaların kapatılmasına ve mal varlığına el konulmasına karar verildi. Açılan davanın 1991 yılında beraatla sonuçlanmasıyla birlikte DİSK 11 yıl sonra yeniden sendikal hayata dönebildi. HAK-İŞ yöneticileri darbeyi destekledi, kendilerinin anarşi faaliyetinde bulunmadıklarını beyan etti, kısa bir süre sonra Şubat 1981’de yeniden mal varlığına kavuştu ve çalışmalarına devam etti. 12 Eylül’de faaliyetleri durdurulan MİSK’e ise dava açılmadı. Türk-İş’in faaliyetleri 12 Eylül Darbesi sonrasında durdurulmadı. Dahası Türk-İş yönetimi darbeye açık destek verdi. Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide de darbe hükümetinde sosyal güvenlik bakanı olarak görev aldı. Dönemin TİSK, TÜSİAD, TOBB dahil tüm sermaye örgütleri ve sermayedarları darbeyi ve askeri rejimi açıkça destekledi.
12 Eylül rejimi derin bir devlet krizi analiziyle hareket ettiğinden toplumdaki siyasallaşmaya karşı önce devletin içsel bütünlüğünü tekrar sağlayacak bir kutsal devlet söylemini ve toplumdaki sınıfsal bölünmelere ve çatışmalara karşı da toplumsal bütünlüğü ve toplum-devlet bütünlüğünü sağlamak üzere Türk-İslam sentezine dayalı bir milliyetçiliği devreye soktu. Burada eklemleyici üst söylem olarak ise Atatürkçülük kullanıldı. 12 Mart rejimi, ordu içi ideolojik bütünlüğü sağlamak üzere, standartlaştırılmış resmi bir Atatürkçülük versiyonu geliştirmeye ve bu resmi tanımı subaylar arasında yaygınlaştırmaya özel bir önem vermişti. 12 Eylül bu çabayı bir ileri noktaya taşıyarak sadece ordu içi değil tüm devlet ve toplum için Atatürkçülüğü “ideolojik-dogmatik sapıklıklardan uzak, Atatürk ilkelerinde birleşebilen” herkesin ideolojisi olarak inşa etmeye soyundu. 12 Eylül rejimi ideoloji ve kültür alanında da devlet kurumlarının göreli özerkliğini ortadan kaldırarak mutlak devlet kontrolünü hedefledi. Bu açıdan otoriter demokrasi kavrayışına sahip milliyetçi muhafazakâr aydınlara dayandı. Bu anlamda 12 Eylül rejimi, 1970’lerde kurulan Aydınlar Ocağı’nda örgütlenmiş faşizan, milliyetçi muhafazakâr aydınlarla organik bir ilişki kurdu.
Askeri rejim 6 Kasım 1983’te gerçekleşen seçimler sonrasında TBMM’nin 24 Kasım 1983’te yeniden toplanmasına kadar sürdü. 12 Eylül 1980’de gerçekleşen darbe ve kurulan askeri rejim, sadece uyguladığı şiddetin ve insan hakları ihlallerinin boyutları ile değil inşa ettiği siyasi, iktisadi ve toplumsal düzenin izleyen onyıllar boyunca etkili olması açısından da Türkiye tarihine ve siyasetine damgasını vurdu.